Tepedeki Ev’de ve Tutukevi’nde: Pavese’nin sessiz aydınları

Günlerdir “nedense” aklımda bir sorudan türeyen bir sürü soru: Sanatçı politik midir? Apolitik sanatçı olur mu? Sanatın herhangi bir dalını icra eden herkes sanatçı mıdır? Her sanatçı aydın mı? Aydın sessiz kalır mı? Aydın eylem adamı mıdır?
Niyetim bu mesele üzerine okumalar yapmak. Aklımda bu sorulara hiç lafı dolandırmadan yanıt veren birçok kitap var da hepsi politik felsefe kitabı.
Acaba bu sorularıma yanıt veren bir roman var mıydı diye düşüne düşüne, boykot kapsamı dışındaki kitapçılardan birini dolaşırken dünya klasikleri rafında Pavase ile göz göze geldik: “Tutukevi” romanı beni al, beni oku, diye bağırıyor. Geçmişten tanışıyoruz üstelik; Cesare Pavase yıllar önce okuduğum bir yazar, Tutukevi’ni de bir yerlerden çıkaracak gibiyim.
İthaki Yayınları’ndan Güzin Molo’nun İtalyanca aslından çevirisi ile yayımlanan romanı evirip çevirip arka kapak yazısını okuyorum: “Faşist rejim tarafından sürgün edilerek küçük bir kasabadaki tutukevine kapatılan Stefano, fiziksel hapsin yanı sıra zihinsel ve duygusal sınırlarla da yüzleşir.”
Stefano! Tanıyorum seni.
Horoz Ötmeden Önce: Suçluluk ve vicdan
Romanı satın alıp evde kitaplığımın karşısına geçince düğümü çözdüm. Can Yayınları’ndan Eren Cendey çevirisi ile “Hapishane” (Il carcere) ) ile “Tepedeki Ev” (La casa in collina) yan yana duruyor. İşte birlikte okunması gereken iki roman, işte birlikte çözümlenmesi gereken iki karakter.
Tutukevi (Hapishane) Stefano’nun, Tepedeki Ev Corrado’nun hikayesi. Bu iki roman 1949 yılında “Horoz Ötmeden Önce (Prima che il gallo canti) başlığı altında birlikte yayımlanmış, ancak aynı dönemde yazılmamış. Bu ortak başlık, İncil'de Petrus'un İsa'yı inkâr etmeden önce horozun üç kez öteceği kehanetine atıfta bulunuyor ve Pavese'nin eserlerinde işlediği suçluluk duygusu, ihanet ve vicdan temalarıyla örtüşüyor.
Kültür endüstrisi ve sanatçının kimliği
Bu iki romandan söz edeceğim, ancak aklımdaki politik felsefe kuramından söz ettikten hemen sonra. Kitabımız “Aydınlanmanın Diyalektiği” (Elif Öztarhan Karadoğan çevirisiyle, Kabalcı Yayınları) Frankfurt Okulu’nun en etkili olmuş yayını. Kuramcılarımız; Theodor W. Adorno ve Max Horkheimer.
Kitapta, özellikle “kültür endüstrisi” kavramı etrafında, sanatın ve sanatçının toplumsal işlevi tartışılıyor. İki düşünür, sanatın nasıl ticarileştiğini ve kitle kültürü haline geldiğini eleştirerek, sanatçının bu süreçteki rolünü sorguluyor.
Adorno ve Horkheimer, temelde sanatın bağımsız bir alan olarak kalması gerektiğini belirtiyor. Ancak, bununla birlikte sanatçının politika dışı kalmasının ya da sanatın apolitik olmasının mümkün olmadığını da savunuyorlar.
Onlara göre, sanatçı -kültür endüstrisinin bir aracı haline gelmemiş olanı- toplumsal sorumluluğunu kabul etmeli ve sanatını toplumsal eleştiri amacıyla kullanmalı. Onlara göre, kültür endüstrisinin aracı haline gelen kişi zaten sanatçı değil.
Konu ilginizi çektiyse “Aydınlanmanın Diyalektiği”nin yanı sıra Adorno’nun ve Horkheimer’ın ayrı ayrı yazdıkları kitaplara da göz atabilirsiniz.
Dönemler uyuşsa da Pavese’nin Frankfurt Okulu’ndan etkilenip etkilenmediğini bilmiyorum. Ancak yazar, şair, çevirmen olarak dünyayı yakından takip eden Pavese’nin eminim döneminin bu düşünürlerinden de haberdardır. Onun yazdıklarını Adorno ve Horkheimer üzerinden yorumlamak mümkün.
Pavese: Faşizm, sürgün ve bir intihar hikayesi
Bu arada yazılarımı takip edenler yazarın hayatı ile yazdıklarını mümkün olduğunca birbirinden ayırmaktan yana olduğumu hatırlayacaklardır; ancak Pavese okurken bu ayrımı yapmamak gerektiğini düşünüyorum.
Pavese, 2. Dünya Savaşı'nın yıkıcı yıllarında faşizme karşı tutumuyla tanınan bir yazar. 1935'te, anti-faşist yazıları nedeniyle tutuklanmış, ardından sürgün edilmiş. Yalnız Kadınlar Arasında (Tra Donne Sole) adlı romanıyla 1950'de önemli bir ödül kazandıktan kısa bir süre sonra, henüz 42 yaşındayken bir otel odasında yaşamına son vermiş.
“Tiksiniyorum bütün bunlardan. Sözler değil. Eylem. Artık yazmayacağım…”
Son notu bu olan yazarı daha yakından tanımak isterseniz Pavese’nin günlüklerini içeren “Yaşama Uğraşı” (Il mestiere di vivere) adlı eseri Can Yayınları’ndan Cevat Çapan çevirisi ile okuyabilirsiniz.
Aynı trajedinin iki farklı yansıması
Tüm bu bilgiler ışığında Pavese’nin romanlarının “politik metin” olarak okunması gerektiğini düşünüyorum, bir de yazdıklarını ondan bağımsız okunmasının mümkün olmadığını. Çünkü o hem dönemini anlatan hem de kendi yaşamını karakterlerine yansıtan bir yazar.
Hapishane, İtalya’da Mussolini döneminde, faşist rejimin en baskıcı yıllarında, Tepedeki Ev ise 2. Dünya Savaşı sırasında, özellikle müttefik bombardımanları ve faşizmin çöküşü sürecinde geçiyor. Stefano ve Corrado birbirine benzemez gibi görünen, ancak aynı trajediyi farklı biçimde yaşayan iki farklı karakter.
Tutukevi’nin kahramanı Stefano, siyasi bir sürgün. Artık fiziki anlamda tutuklu değil, ancak özgür de değil. Onun yaşadığı, Pavese’nin çok iyi bildiği türden bir iç sürgün. Bedeni dış dünyada dolaşıyor; zihni ise dört duvar arasında.
Tepedeki Ev’in Corrado’su savaş boyunca kırsalda inzivaya çekilmiş, büyük ölçüde “eylemsiz” kalan biri. Roman boyunca, şiddetle karşı karşıya kalan toplumuna karşı “taraf ol(a)mama” durumunun içsel hesaplaşmasını yaşıyor.
Etik ve politik bir sorun: Aydın sorumluluğu
Pavese, bu iki eser üzerinden aydının toplumsal olaylar karşısında nasıl konumlanması gerektiğini işlerken, kahramanlarını etik ve politik bir sorunun ortasına yerleştiriyor: Sanatçı tanıklık etmekle yetinebilir mi? Yoksa harekete geçmek zorunda mı?
Hannah Arendt’in “İnsanlık Durumu”nda (İletişim Yayınları) vurguladığı gibi, eylem düşünceyle başlar ama orada kalmaz; başka bilinçlerle temas ettiğinde, kamusal alanda hayat bulur. Corrado bu alanı terk etmiş; Stefano ise artık bu alanın varlığına bile inanmıyor.
Sessizliğin ortasında aydın çatışması
Madem konuyu Arendt’e getirdik oradan devam edelim. Bu bağlamda Corrado ile Stefano, Arendt’in iki ayrı “kötülük biçimi”ni temsil ediyor.
Corrado, henüz eylemin sorumluluğunu almamış olanı.
Stefano ise eylemin artık mümkün olmadığı noktayı.
Bu ayrım, Pavese’nin anlatı evreninde yalnızca bireysel değil, tarihsel bir meseleye de işaret ediyor. Pavese, karakterleri üzerinden hem ahlaki bir sorgu yürütüyor, hem de aydını kendi vicdanıyla yüzleştiriyor.
Corrado: Pasif kalmak bir suç ortaklığı mıdır?
Corrado, savaş karşısında etik bir pozisyon almıyor; ahlaki ikilem üzerine düşünüyor ama sadece düşünüyor. Bu haliyle Pavese, Corrado’yu evrensel bir figüre dönüştürüyor: Eylemsiz aydın. Arendt’in “kötülüğün sıradanlığı” tam da burada anlam kazanıyor: Corrado hiçbir şeyi doğrudan yapmıyor ama olan biten her şeye göz yumuyor. Adolf Eichmann gibi…
Tepedeki Ev, bu nedenle yalnızca kişisel bir hikâye olarak değil, aydın sorumluluğuna dair evrensel bir sorgu olarak da okunabilir: Eylemsizlik bir seçimse, ahlaki bedeli nedir?
Stefeno: Düşünce bir direniş biçimi midir?
Stefano’nun hikayesi ise hem eylemden hem de düşünceden yorgun düşmüş bir bilinci anlatıyor. Stefano’nun yalnızlığı, düşünceyle eylem arasındaki bağın kopmasının somut hâli. Özgürlüğün ve tutsaklığın arafında kalmış Stefeno.
Tutukevi, Pavese’nin belki en az dışsal olaya sahip romanı ama bunun ardında güçlü bir etik soru yatıyor: “Düşünce de bir direniş biçimi midir? Düşüncenin eyleme dönüşemediği yerde direnişten söz etmek mümkün müdür?”
Pavese’nin sessiz aydınları: Evrensel bir eleştiri
Bu iki roman, sadece bireylerin içsel çatışmalarını değil, savaşlar, rejimler ve baskı dönemleri karşısında aydının tavırsızlığını ya da tavır alamayışını anlatıyor. Günümüzde ayrı romanlar olarak okura sunulan Tepedeki Ev ve Tutukevi, farklı koşullar altında yazılmış olsa da, Pavese’nin zihninde benzer sorularla şekillendiği anlaşılıyor: Aydın ne zaman susar? Ve ne zaman konuşamaz hâle gelir?
Bu haliyle Pavese’nin sessiz aydınlarına bireysel bir yalnızlığın değil, kolektif bir etik krizin simgesi diyebiliriz. Suskunluk bazen konforun, bazen korkunun, bazen de umutsuzluğun sonucu olabilir. Pavese’nin romanları, bu noktada zamanını aşıp o malum yorumu bugüne ulaştırmıyor mu?
Bazı insanlar konuşarak değil, susarak suç ortağı olur.
(NK/EMK)
Sevilen: Korkunun gölgesinde büyüyen Denver’ların umudu yeşertmesi

Duygu Yoldaşlığı: bell hooks’la sevgi, emek, dayanışma ve daha fazlası üzerine

Veda Etmiyorum: Susulan acıların nesiller boyu süren travması

Görünmez Kentler: Yıkılan şehirler, anılar ve bellek

Beyaz Gürültü: Kolektif umursamazlık ve sorumluluğun kayboluşu
